Yaşam

Gülten Dayıoğlu: Cumhuriyetin 100. yılında sanat hayatımın 60. yılına ulaşmak büyük bir onurdur.

Ecem Kodak

Çocuk edebiyatının değerli isimlerinden Gülten Dayıoğlu sanat hayatında 60 yılı geride bıraktı. Bugüne kadar 91 eser yazan Dayıoğlu, “Eserleriyle Türkiye’de üç nesli yetiştiren yazar” olarak da anılıyor.

Cumhuriyet’e birçok yönden tanıklık eden 88 yaşındaki Dayıoğlu ile Reşat Nuri Güntekin’in yardımıyla okul kütüphanesini fetheden ‘Fadiş’ lakaplı kırsal küçük kızın bilinmeyenlerini konuştuk.

İlham veren bir hayat hikayeniz var: Maddi ve manevi zorluklar yaşayan küçük bir kız çocuğu kitaplara sığınır ve çocuk edebiyatına ilgi duyan büyük bir sanatçı olur. Bugünden itibaren o küçük kıza baktığınızda ne görüyorsunuz?

Çaresizliğin en kötü halini görüyorum: öğrenilmiş çaresizlik. Şimdi üç yaşında bir çocukken babası o küçük kızı terk ediyor. Annesinin parası yok, hemşehrileriyle birlikte İstanbul’a çalışmaya geliyor, hepsi vasıfsız işçi. O küçük kızı akrabalarına bırakıyor. Çocuk o kadar çaresizdir ki önce babası onu kaçırır, sonra annesi onu geri alır. Her şey ‘Fadiş’te anlatıldığı gibidir. Bütün bunlar olurken elbette çocuğun söz hakkı yok; Bunun normal olduğunu, hep böyle olacağını, hep taşınacağını düşünüyor. Çünkü o bunu böyle gördü. Savaş sonrası dönemde para çok değerli, cebinde bir kuruş bile olmayan insanlar var. Meşrutiyet Mahallesi’nde getto oluşturdular. Eskiden kalma konaklar var, İstanbul’un ileri gelenleri orada yaşamış, moda olunca Şişli’yi terk etmişler. Bu evler oda oda bile ucuza kiralanıyor. Halkımız birer oda kiralayıp ortak yaşam tarzına yerleşiyor. Şimdi geriye dönüp baktığımda o çaresiz kızı görüyorum. Akrabaların evlerinde dolaşırken bazı yerlerde itilip kakılıyor, bazı yerlerde ise eğleniyor. Annesi ona bakmak için çok çalışıyor. Bunu görüyorum.

Gülten Dayıoğlu

Çocukluğunuza dair neler hatırlıyorsunuz?

Bir süre amcamın yanında kaldım. Annem bana bakmaları için onlara para gönderiyordu ama amcam onlara söylemedi ve bunu karısından sakladı. Teyzem beni kendi iyiliği için yaptığını düşünüyordu, bu yüzden bu kadar sert davrandı. Hayvanları o kadar çok seviyorum ki; Orada kaldığım süre boyunca Duman adında bir kedim vardı. Sokak kedisi, ne kadar güzel anlatamam. O kadar sevdim ki teyzem bile ikna oldu ve kedinin eve girmesine izin verdi. Duman yanımda uyuyordu. Kolumda kabuk bağlamış bir yara vardı, gece uyurken açılmıştı, duman sızan kanı yalıyordu. Teyzem ‘Bu şahıs kan tadı almış, bize zarar verir’ dedi, cahil bir kadındı. Duman’ı evden attı. Çok üzüldüm, çok ağladım. Daha sonra Duman’ın cansız bedenini sokakta buldum. Onu kendi ellerimle gömdüm. Bunları hiç unutmadım.

Demin de söylediğim gibi bazen akrabaların evinde dayak yedim, bazen de sevildim. Her zaman bu kadar çok şeyin üstesinden nasıl gelebildiğimi merak ediyordum. Meğerse bu güne gelebilmek, bu eserleri üretebilmek için yaşamam gerekenler bunlarmış. Yoksa hiçbirinin birbirine benzemediği bu kadar çok karakteri, bu kadar çok olayı nerede bulup yazacaktım? Allah’a şükür 60 yıldır böyle bir şey duymadım.

‘Beni Döven Teyzeme Bile Hakkım Var’

Evlerinde kaldığınız akrabalarınız hakkında şimdi ne düşünüyorsunuz?

O insanlar beni yetiştirdi ve eğitti. Bu yüzden beni döven teyzeme bile her zaman teşekkür ederim. Allah hepsine rahmet etsin, haklarım helaldir. Hepsi bana bir şeyler öğretti. Karneyle 2 metre Sümerbank baskısı alırdık. Ondan önceki yıllarda sabah kuyruğa girip karneyle ekmek alırdık. Bunlar bizi şekillendirdi. Nimetin ne olduğunu biliyorduk. Bir yemeğin tadı, kokusu beni rahatsız etse bile o günleri hemen hatırlayıp yemeğimi bitiririm. Çünkü günümü peynir ekmek yiyerek ya da ekmeğin üzerine yoğurt sürerek geçirdiğimi biliyorum. Yiyecekleri kaynatmak, tencereleri kaynatmak kolay mı? ‘Geride Kalanlar’ ve ‘Döl’ o günlerin hatırası oldu.

Geride Kalanlar, Gülten Dayıoğlu, 174 sayfa, Altın Kitaplar, 2016.

‘REŞAT NURİ GÜNTEKİN BANA YATIK OKUL AÇTI’

Yazma yeteneğiniz ilkokuldayken öğretmeniniz tarafından keşfedildi. Reşat Nuri Güntekin’in dahil olduğu bu süreci sizden dinleyebilir miyiz?

İlkokulu yine bir akrabamın yanında Kütahya’da bitirdim. O dönemde kasabada yaşayan aydın aileler kızlarını lise eğitimi için Kütahya’ya gönderirlerdi. Yanında kaldığım akrabam da onlara evini açtı. Kırklı yıllarda bunlar oluyordu, bu pansiyon işi. En son annem beni orada bıraktı. Kütahya’da ilkokulu bitirince onu İstanbul’a götürdü. Meşrutiyet döneminde yine akrabaların yanındaydık, Nişantaşı Ortaokulu’na yazıldım, şimdi Nişantaşı Kız Lisesi. Orada Reşat Nuri Bey’le tanıştım. Sanırım ben ortadaydım, gelip masama oturdu ve sorular sordu: Neden geldin? Nasıl geldin? Nereden geldin?… ‘Biz yoktan geldik’ dedim. O zamanlar herkes para kazanmak için bir yere taşınırdı. Savaş bitti ama hâlâ duman var; İş yok, yemek yok. Ders bitiminde öğretmenim beni Reşat Nuri Bey’in yanına götürdü. “Bu çocuk taşralı” dedi. O zamanlar İstanbul’da taşralı olmak ikinci sınıf insan demekti. “Ama doğuştan yetenekli… Onu geliştirmek için ne yapabilirim?” Reşat Nuri Bey, “Kütüphanenin anahtarını çocuğa verin, temizlesin, okusun” dedi. Kütüphane kapısı kilitli, düşünebiliyor musunuz? Kütüphanenin etrafını örümcek ağları sarmış durumda. Evde çul buldum, gidip temizledim. Daha sonra oradan hiç ayrılmadım.

Sürekli ev değiştiren bir çocuk olarak kütüphanede kendinize bir yuva yaptınız.

Eve gitmek bile istemiyordum. Orada özellikle yaz tatillerinde çok yemek yedim ama tabii ki hiçbir yere gidemeyiz. 3 yıl boyunca kütüphaneden çıkmadım. Liseye başladığımda Reşat Nuri Bey bana yatılı okul buldu. “Annemle akrabalarım var. “Babam gitti, onları bırakamam” dedim öfkeye yenik düşerken. O dönemde kadınlar pek çalışmıyordu. Annem bazen güçlü ailelerin ziyafetleri için yemek hazırlar ve beni de yanına alırdı. Çok hoşuma giderdi, oturduğumuz apartmanlara benzetirdi, “Buralar nasıldır?” Kendi kendime derdim. O kargaşada ortaokul ve lise öğretmenlerim yeteneğimi desteklediler. “Çok okuyacaksın. “Başka çare yok” dediler. Atatürk Kız Lisesi’nde okudum. Her yıl okunacak kitapların listesi tüm sınıfa dağıtıldı. Öğretmenlerim de başka bir liste hazırlayıp bana verirlerdi.

Öğretmenleriniz yeteneğiniz hakkında ne dedi?

Size bir örnek vereyim ve bunu size bir hatıra olarak bırakayım. Bir öğretmenim duvara bir fotoğraf astı ve benden bu resmi anlatan bir kompozisyon yazmamı istedi. Engelli bir adam var, bahar geldi, çevresinde kuzular, çocuklar var. Önce çocukluğuna döndüm, onu çevresindeki çocuklarla özdeşleştirdim, sonra aklıma gelen hikayeyi hayal etmeye ve yazmaya başladım. Öğretmen açıklamalarımı ustaca buldu ve hayrete düştü. “Hadi ama bu hikayeyi nereden öğrendin?” söz konusu. “Öyle hissettim” dedim. Bana her zaman destek oldular, ben de okumayı ve yazmayı hiç bırakmadım.

“BU İYİLİKLE ÖĞRETMEN OLAMAZSINIZ, KİMSE SİZİ DİNLEMEZ” DEMİŞLER

Yazarlığa başlamadan önce yaklaşık 15 yıl öğretmenlik yaptınız. Bu deneyim yaz hayatınızı nasıl etkiledi?

Tam ortasından vurdu. Edebiyata olan girişimim öğretmenlik yoluyla gerçekleşti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden ayrıldım. Bunun bir nedeni de nişanlı olmamdı. Nişanlım askerdeydi, gemiyi yürütemeyeceğimizi anladım, zordu; Başka faktörler de vardı, bu yüzden okulu bırakmak zorunda kaldım. O dönem ülkemizde öğretmen sıkıntısı vardı. Tüm adımları tamamladım ve stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladım. Beni deneyimli, sert bir öğretmene verdiler, hanımefendi 70 yaşındaydı. O zamanlar emeklilik nasıldı bilmiyorum. Bana dersi anlattırdı. En sonunda hiç unutmayacağım, “Kızım sen iyisin, hoşsun ama bu nezaketle öğretmen olamazsın. Biraz daha sert ol, elini masaya vur yoksa kimse seni dinlemez.” O zamanlar öyleydi, o. Beni tanıyan herkes bu yaşıma kadar kimseye sesimi yükseltmediğimi bilir. Çocukların beni bağırmadan, sevgiyle dinlemesini de sağladım. En güzeli de öğretmen hanım beni çok seviyordu. Öğretmen olduğumda torununu benim sınıfıma kaydettirdi. Öğretmenlik bana çocuk edebiyatı alanında yazmanın ve daima eserler üretmenin yolunu açtı. Durmadan yazdım. Tamamı yayınlanmış 91 kitabım var. Öğretmenlik bana geçimimi sağlamak için verilen bir görevdi ve bunu seviyordum. Aşk içimde kaynıyor, boşuna mı akmalı? Çocuklara verdim.

Çocuğun ebeveynleri çalışmak için Almanya’ya gitti ve bebeği büyükannesine bıraktı. Okula kirli ve kirli gelirdi. Bir gün sınıfa geldiğinde pantolonunun yandan yırtıldığını gördüm. Yaşlı kadın olan büyükannesi normaldir, onu görmemiştir. Onu hızla kenara çektim, okul yetkililerinden iğne iplik istedim ve çocuğun pantolonunu bir daha yırtılmasın diye sağlam bir şekilde diktim. Eğer hoşlanmasaydım bunları yapar mıydım? Biri kusuyor, diğeri bezine saklıyor, bunlar çocuk; Oturup temizlerdim, hepsi benim çocuğum gibiydi. Onları çok sevdim. Bu yüzden insan sevdiği işi yapmalı. Üniversite sınavlarının gidişatına çok üzülüyorum. Çocuklar ilgi duymadıkları bölümleri okumaya zorlanıyor ve dövülüyor. Sınıfımda yetmiş çocuk vardı, inanır mıydınız? Ayrıca ikili eğitim de vardı. Ben sabah insanıydım. Ödevleri kontrol etmek bile 20 dakika sürer.

Halen görüştüğünüz öğrencileriniz var mı?

Elbette aralarında tanıdığınız birçok insan var. Öğrencilerimle çok güzel bir bağ kurdum ve onları kendi çocuğum gibi yetiştirdim.

Sanat hayatınızda 60 yılı geride bıraktınız. Bölüme girdiğiniz ilk yılları nasıl hatırlıyorsunuz?

Ülkemizde Kütahya-Emet’te çok tedirgin ve dehşete kapılan insanlara ‘kafası kesilmiş tavuk gibi’ deniyor, ben de aynen öyleydim. Gelin olarak 40 santimetrelik penceresi olan bir bodruma gittim ama altı ay sonra nemden kaçmak zorunda kaldık. Oradan bugünlere geldik. Ortaokuldayken çocuklara ders vermeye başladım. Lisede çıtam yükseldi, daha çok çocuğa koçluk yaptım. Çocuklar mutlu bir şekilde derslerini geçiyorlardı. O dönemde evde erkek öğretmen olmasını istemeyen önde gelen aileler çocuklarına ders vermem için peşimden geliyordu. Bazı hanımlar beni kapıda beklerdi. Neden söylüyorsun? Asistanı 17.00’de çıkıyor, ben de 16.30 gibi onlara varıyorum. O zamanlar hanımlar konken oynarlardı. Çocuğu bana bırakıp, ‘Lütfen ben gelmeden gitmeyin’ diyorlardı. “Tamam” derdim. O dönemde haftada 7,5 lira kazanıyordum.

“FADİŞ” VE “YEŞİL KİRAZ” YILLARCA KÜTÜPHANEMDE BEKLİYOR

Türkiye’de çocuk edebiyatının kurucularından birisiniz. 60’lı yıllarda bir kadın olarak bu mesleği kurarken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

İlk kitabımı bastırmak için kapı kapı dolaşırken sütsüz bir yayınevi sahibine rastladım. Oğlumu yayınevleriyle buluşmaya götürürdüm, o benim sigortamdı. Gençtim, yüzüme bakılırdı. Makyaj yapmadım ama hayat doluydum. Bir iş yapmaya çalışıyorum, gözlerim parlıyor. Fadiş’i bir ay önce o yayınevine sunmuştum. Kitabın durumunu sormaya gittim. Sahibi eğitimciydi, “Kitabı okumadım” dedi. ‘İstersen seninle Boğaz’da öğle yemeği yiyebiliriz. Bildiğim bir yer var ve orayı kimse görmüyor. “Orada bize romanınızı anlatırsınız, biz de kararınızı veririz” dedi. Ne olduğuna şaşırdım, yıkıldım. Belgemi alıp çıktım.

Fadiş, Gülten Dayıoğlu, 160 sayfa, Altın Kitaplar, 2011.

Kitabı yayımlamakta çok zorlandım. Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazandığımda bir ışık parladı ve kabul edilmeye başladım ama bunun gerçekleşmesi iki yıl sürdü. Bu dönemde Cağaloğlu’nun yokuşlarını yürüdüm. ‘Fadiş’ de ‘Yeşil Kiraz’ gibi kütüphanemde altı yıl bekledi. Kendime olan güvenimi hiçbir zaman kaybetmedim. Allah’a şükür kitaplarım da çok sevildi.

‘ABDİ İPEKÇİ VURULDUĞUNDA ÇOK KARIŞIKLIK YAŞANDI’

Yayıncılık işine nasıl başladınız?

İlk yayınevim Milliyet’ti. Daha sonra Altın Kitaplara geçtim. Kırk yılı aşkın süredir oradayım. Ben bir yayınevinden diğerine giden biri değilim, sevmiyorum böyle şeyleri. O zamanlar Altın Kitapların mükemmel işverenleri vardı; Bunlar tanınmış, eğitimli insanlardı. Bir yerden para kazanıp bu işe giren insanlar değildiler. Yayıncılık departmanları üzerinde birçok haklara sahiptirler. Pek çok roman yayımladılar ve halka edebiyat zevki yaşattılar. Abdi Beyefendi (Abdi İpekçi) vurulunca işler iyice karışır. Tarık Dursun Milliyet’ten ayrılıp beni Altın Kitaplar’a yönlendirdi. Tarık Bey, Altın Kitaplar yöneticilerinden Turhan Bey (Dr. Turhan Bozkurt) ile görüştü. “Bir kız var” dedi, “Öğretmen. Bir kitap yayımladı ve daha ilk günden çok satanlar listesine girdi.” Turhan Bey ‘Birbirimizi tanıyalım’ dedi ve her şey böyle başladı. Tarık Bey daha sonra bana bilgi verdi. Çok mutlu olmuştum. “Kitaplarını çok okuyorum, Agatha Christie’yi seviyorum” dedim. Turhan Bey’le anlaşma yaparken aklıma Abdi Bey geldi ve ağlamaya başladım. Onun vurulmasına dayanamadım. Turhan Bey, “Abi bir şey mi oldu? Seni üzecek bir şey mi söyledim?” söz konusu. Çok nazik, düzgün bir insandı. Neden ağladığımı duyunca, “Seninle tanıştığıma memnun oldum, sen vefalı bir insansın” dedi. O günden bu yana yayınevimizle çok iyi bir çizgi izliyoruz.

Kitaplarınızı önce eşiniz Cevdet Bey’e okuttunuz. Cevdet Dayıoğlu’nun sanat hayatınıza katkılarından bahsetmek ister misiniz?

Benim için çok çaba harcıyor. Ben hassas bir insanım, bir şeye üzüldüğümde ya da yıkıldığımda beni teselli eder, yeniden yazmaya ikna ederdi. “Bunlar senin için bir sınav, bakalım gelecekte neler olacak, bunları başaracaksın” diyerek beni cesaretlendirirdi. Yazmaya kızmama asla izin vermedi. Hastalığının son altı ayına kadar çalışmalarına devam etti ve çok çalışkandı. Nur içinde yatsın. Mesela ‘Dört Kardeş’i yazmayı düşündüğümde Cevdet’le yemekteydim. İmkanlarımıza göre yerlere gider, yemek yerdik. “Cevdet, aklıma harika bir kitap fikri geldi, bunu bir yere yazalım” dedim. Yazık, adamın ısırığı kursağında kaldı. Kenarda bir peçete vardı, aldı ve hemen söylediklerimi yazmaya başladı. Ertesi gün baktım. Tül gibi ince bir peçeteye önünü de arkasını da yazmış ama hiçbir şey okunamıyor. “Cevdet’i koş, bunu okuyamıyorum” dedim. ‘Onlar Dört Kardeş’in hikayesiydi bu.

‘GENÇLİK YILLARIMDA RAHMETLİ UĞUR MUMCU’NUN İMZA GÜNLERİNE ÇOK DİKKAT ETTİRDİM.’

İlk kitabınız ‘Döl’ 1970’te çıktı, ardından ‘Fadiş’ çıktı… Sonrasında durmadan üretmeye devam ettiniz. Gülten Dayıoğlu’nun yazarlık hayatında dönüm noktaları var mı?

Bunu daha önce kimse sormamıştı, bu yüzden söylemeye fırsatım olmadı. İlk dönüm noktam öğretmenlikti. Sonra bilimkurguya yönelmek, okullara gitmeye başlamak… Eskiden böyle şeyler yoktu. Daha sonra imza seanslarım oldu, benim için büyük bir dönüm noktasıydı. Fuar kalabalığı ilk başta beni çok korkuttu. Herkes imza sahibi olarak öne çıkacak ama kimse bana gelmeyecek diye endişelendim. O zamanlar çok gençtim. İlk fuar Taksim’de Etap Otel’in altında açıldı. Daha sonra Lütfi Kırdar orada açıldı. Daha sonra uzun yıllar Tepebaşı’nda kaldık. Rahmetli Uğur Mumcu koltuğunun altında kitapları ile gelirdi, arkasında 15-20 kişi olurdu ve daha oturmaya fırsat bulamadan imzacılar akın ederdi. Ona o kadar hayrandım ki, “Acaba beni böyle bekleyen var mı, yoksa herkes bana gülecek mi?” “Bakın, boş durması çok yazık” derler mi diye endişelenirdim. Benim neslimde bu görüşten dolayı imza atmayan pek çok insan var. Hiç bunu duydun mu? Ben de gördüm. Bu iş cesaret ister. Fuarlarda neler yaşadık? Çizgi veya kuyruk yok. Yine de çok minnettarım. Okuyucularım beni hiç bırakmadılar, beni bir arada tuttular ve bugünlere geldik.

Eğer sormasaydın sana gerçekten söylemezdim, dönüm noktalarımı bile düşünmemiştim. ‘Ece ile Yüce’yi yayınlamak da benim için değerliydi. Yazdığım çocuk oyunları radyoda sahnelendi. Başta ‘Fadiş’ olmak üzere pek çok eserim radyo oyunlarına uyarlandı. Bu çalışmalarda Nezahat Tanyeri, Nedret Güvenç, Vedat Demirci gibi dönemin tanınmış tiyatro sanatçıları da yer aldı. Hiç bahsetmediğim başka bir işim daha var. Yaklaşık 1 yıl boyunca öğretmenlik yaptım ve sabahları köy saatlerinde TRT İstanbul Radyosu’nda eğitici konuşmalar yaptım. Daha sonra gazeteye yazmaya başladım, bunlar cesaret gerektiren dönüm noktaları. Önce Cumhuriyet’te, sonra Milliyet’te yazdım. Alman işçi çocukları hakkında bir röportaj dizisi hazırladım. Benim de o tarafım var. 60. yılım için bu detayları ortaya çıkarmanız beni çok mutlu etti, teşekkür ederim. Ben bile uzun zamandır bunları düşünmüyordum. Hepsini yaptığım için mutluyum. Bunlar benim dönüm noktalarım.

‘ ABDİ İPEKÇİ YAZIMI BEĞENMEDİ EVE AĞLARAK DÖNDÜM

Röportaj yapmayı ve makale yazmayı nasıl öğrendiniz?

Makale yazmayı, röportaj yapmayı Abdi İpekçi’den öğrendim. Abdi Bey’in sert bir yanı vardı. Milliyet’e gönderdiğim ilk yazı on bir sayfaydı. Bunu görünce bana sesini yükselterek “Böyle bir yazı yok” dedi. “En iyi makale iki buçuk, hatta üç sayfadır. “Okuyucu aramayacak, sen ne anlatıyorsan onu onlara gümüş tepside sunacaksın.” Ağlamaya başladım. O zamanlar çok gençtim. Elimde kağıtlarla eve doğru yola çıktım. O zamanlar daktilom olmadığı için her şeyi elle yazıyordum. Küçük oğlum Murat Dayıoğlu o zamanlar 3-4 yaşlarındaydı. Beni kapıda karşıladı. Ağladığımı görünce “Seni kim ağlattı anne? “Bırak gidip kafamı alayım” dedi. “Abdi Bey oğlum, yazımı beğenmedi, o yüzden ağlıyorum” dedim. Abdi Bey’in adı evimizde sürekli anılırdı. Rahmetli eşimin Galatasaray Lisesi’nden arkadaşıydı. Oğlumun bu sefer “O halde istediği gibi yaz” demesi gerekmez mi? O da beni azarladı. Sonra Abdi Bey’in dediği gibi yazmayı öğrendim.

Dört Kardeşlerdi, Gülten Dayıoğlu, 160 sayfa, Altın Kitaplar, 2016.

‘OĞLUMA HİKAYELER ANLATIR, O’NUN İSTEDİĞİ HİKAYEYİ ÖĞRENCİLERİME OKUYORUM.’

Bu kadar çok çalışırken aile hayatınızı nasıl istikrarlı tuttunuz?

Çok yoruldum ama sonuna kadar yaşadım. En çok özlediğim şey uykuydu. Gece yarısına kadar çalışacaktım. Çocuğu bırakıp okula koşuyor, sonra gelip ona yemek veriyordum. Yemeğimizi bitirdiğimizde yatağımıza uzanır ve üzerimizi battaniyelerle örterdik. Ona hikayeler anlatırdım, ilk çocuk hikayelerim oradan geldi. Oğlumun sevdiği hikayeleri yazıp öğrencilerime okuturdum. Oğlum uyurken elini saçlarıma dolardı. 30’uncu yaşımda hazırlanan kitapta bir söz vardı: Annem bana hikâyeler anlatırdı. Eğer kaçarsa onu yakalayabilmek için elimi saçlarının arasına koyardım. Ama kaçacaktım. Üç buçukta özel derslere gidecektim. Dersler bittikten sonra markete ya da pazara gider, oradan eve dönerdim. Akşam 8 buçukta akşam yemeğine oturuyorduk. Daha sonra eşimin ve çocuğumun gözlerine bakıyorum ki onlar uyuysun. Onları yatırır yatırmaz oturma odasına gidiyorum, daktilomu çıkarıp orta kapıları kapatıyorum ve yazmaya başlıyorum.

‘Fadiş’ üç kuşağa dokunan bir eser. Birçok çocuk edebiyatı yazarının yaptığı gibi popüler bir karakterden yola çıkarak başka hikâyeler üretebilirsiniz ama yapmadınız, neden?

Artık herkes bunu yapıyor. Ece ile Murat, Ece ile ben bilmiyorum, Ece köye gittiler… ‘Ece ile Yüce’den de ilhamlar var ama Ayşegül dizisini olduğu gibi alıyorlar. ‘Fadiş’i bölemem, ona dokunmasına izin vermem. Onu parçalayamıyorum. Bu yüzden bunca yıl filme uyarlanmasını istemedim çünkü bu benim hayatım. Acısıyla tatlısıyla. Yeni karakterler yarattım. Ayşegüller’i Türkçeye uyarladım. Bizim için fazla Fransızdı. Mesela kitapta bir Fransız peynirinden bahsediliyordu. Burada kimse bilmiyor, keçi peyniri, lor peyniri yaptım.

‘Fadiş’in hayat hikayenizden izler taşıdığını biliyoruz. Okuyucunun Fadiş’i bu kadar sevmesi ve sahiplenmesi size nasıl hissettiriyor?

10 kere okuduğunu söyleyenler var. Yetişkinler de Fadiş’i çok okuyor. Yaşlı kadınlar fuara gelerek ‘Fadiş’ imzasını attırıyor. Ben Fadiş’im, bu yüzden ‘Fadiş’in sevilmesinden dolayı çok mutluyum. Başımın okşandığını hissediyorum. Onur duydum. Sevildiğimi hissediyorum. Bu çok değerli bir şey. Sevilmezsen kararırsın, ben böyle parlarım. ‘Fadiş’in kalbimde ayrı bir yeri var. Bu üzücü ama artık yazmalısın. Öldüğümde mezar taşıma ‘Fadiş’, altına da Gülten Dayıoğlu yaz diye çocuklarıma vasiyette bulundum. ‘Fadiş’ benim için çok değerli.

Bu yıl aynı zamanda Cumhuriyetin 100. yılı. Ne söylemek istersin?

Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum. Atatürk devrimlerinin kalbinde büyüdüm. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında sanat hayatımın 60. yılına ulaşmak benim için ayrı bir gurur ve mutluluktur.

murgulajans.xyz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
istanbul escort
istanbul escort
istanbul escort